24 Mart 2015 Salı

Bir Kadının Yirmi Dört Saati - Stefan Zweig


"İhtiyarlamak belki de kişinin artık kendi geçmişinden korkmayışıdır." sözüyle beni etkilemiş bir Stefan Zweig hikayesidir. Bir günde hatta bir solukta okunabilecek kitaplardandır. Zweig'in Satranç kitabındaki gibi olayların sonlara doğru sizi içine aldığı ve sayfaları nasıl okuduğunuzu anlayamayışınıza sebep olur. 

İçimizde kimselere anlatamadığımız sırlarımız vardır ki bunlar yıllarca üzerimize binen birer yük gibidir. Olaylarla alakası ufacık olsa bile bizi geçmişe pişmanlıklarımıza götüreceği ve bunun kalan tüm hayatımızı etkileyeceği bir gerçektir. Kitapta olayların etkisi zamanla azalsa da ondan anca başkalarına itiraf ederek kurtulabileceğimizi, kısacası herkesin başına gelebilir sözüne ikna olmamızı sağlamakla rahatlamanın kapılarının açılacağı bahsedilmektedir.

Kitab ül Hiyel - İhsan Oktay Anar


--------alıntı-----
Ayrıca onun, dünyadan, hayal ya da gerçek bütün yaratıklardan, kısacası her şeyden korkmasını, diğer insanlardan çok daha güçsüz olduğunu hissetmesi için de gerekeni yapmaya kararlıydı. Böylece kendisini düşmanlarla dolu bir ummanda gören çocuk, zihninde döl tutan o canavara, o dev yılana sarılacak, onu bir kurtarıcı olarak görecekti. Güçsüz, sakat ve şahsiyetsiz olduğuna bir kez daha inandığı için, bu iktidar kaynağından vazgeçemeyecek, onu büyütüp geliştirecek ve nihayet canavarı gerçekleştirecekti.
--------alıntı----

Kendimizi dış dünyadan soyutlayıp, insanlara değer vermekten korkmamızın, benliğimize içimize dönük yaşamamızın en önemli sebebi kendimizi tehlikelerden korumaktır. Duvarlarımız oluşuyor her kötü deneyimde. ve aslında hırslarımız, kibrimiz doğuyor zamanla içimizde ve kibrimiz yönetmeye başlıyor davranışlarımızı. Farkına varmadan aslında bu daha da zarar veriyor bize. 

Ayrıca kitapta o kadar sayısal verilerden, realist yaklaşımlardan sonra aslında bunu çürütmek için kullanmış olması çok zekice. Tüm kitap boyu belki zevk alıyoruz, belki gereksiz aşırı buluyoruz ama, Anar'a göre realistler gerçeği ve dünyayı kopya ediyorlar, ama masalcılar, aslında gerçekleşmiş bir hayal olan dünyayı örnek alıp, onu ve üslubunu taklit ederek yeni hayaller yaratıyorlar. Hiyelkarlıktan çok hayalkarlığın tarafındadır. Bunu da aslında padişahın giyim, kuşam ve davranışlarını kopya eden paşalardan çok, onları taklit eden meddahların daha sevimli ve gerçeğe yakın olduğunu belirterek örneklendiriyor. Realistlere karşı aşırı bulduğum eleştiri daha da devam ediyor ama bu aslında Anar'ın tavrını kitapları ele alma biçimini açıkça dile getiriyor. sevmiyor muyuz, tabi ki seviyoruz.


Anayurt Oteli - Yusuf Atılgan

Küçük ayrıntıların tükdüze şaşmazlığında neredeyse takıntılarla sürüklenen bir yaşamın öfkesi de, çaresizliği de büyük olur sözleriyle aslında kitap özetlenmiş. Zebetcet'e çok üzülmezsiniz, olaylar bunu gerektirdi ve oldu dercesine. Yusuf Atılgan’ının okuduğum ikinci romanı ve bence Aylak Adam’dan daha ağır bir anlatış şekli var. Bilinç akışı tekniği Aylak Adam’ın başlarında yer alırken Anayurt Oteli’nde baştan sona yer edinmekte. Takip etmesi zor bir teknik bana göre, ama bir insanın ruhsal karmaşasını beyninin farklı konulara atlayışını kitapta açıkça söylemese de bunun karakterin doğası olduğuna, onun yaşamıyla ilgisi olduğuna inanırsınız. 

Birkaç söze kitabı indirgemenin ne kadar eksik olduğunu bilsem de bir yazarın aforizmaları gibi düşünülmesi gereken sözleri var kitapta.

Ne çok yalan söyleniyordu yeryüzünde; sözle,yazıyla,resimle ya da susarak. 

Karanlıktı; yağmur yağıyordu. olanaklardan birini seçeli, kararını vereli uykuları daha bir rahattı.

Dört Kasımdan beri sözde otelde kalanları yazmamıştı. Bir oteli yönetmekle bir kurumu, geniş bir işletmeyi, bir ülkeyi yönetmek aynı şeydi aslında. İnsan kendini, olanaklarını tanımaya, gerçek sorumluluğunun ne olduğunu anlamaya başlayınca bocalıyordu, dayanamıyordu. Ülkeleri yönetenler iyi ki bilmiyorlardı bunu; yoksa bir otel yöneticisinin yapabileceğinden çok daha büyük hasarlar yaparlardı yeryüzünde.

Ya da yeryüzünde tek gerçek değerin kendisine verilmiş bu olağanüstü yaşam armağanını korumak, her şeye karşın sağ kalmak, direnmek olduğunu mu anladı giderayak?

Zebercet gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının, gelmesini bekledi günlerce ve hazırladı kendini. Hala geleceğine inancı varken kopmaları yaşadı, o gelmiyorsa kendisi gitti kadının kaldığı odada uyudu. Takıntıları çaresizliğini gösteriyordu aslında ruhun dışa vurumuydu bu takıntılar. "ne ölü ne sağ" hayatını özetliyordu. "dayanılacak gibi değildi bu özgürlük!" derken belki de seçenekleri vardı ama yapmaya gücü yoktu ve kendini asması tek kurtuluştu.

Aylak Adam - Yusuf Atılgan


Tekrar okuduğum kitaptır. Unuttuğunuzu sandığınız şeyler detaylarla kendisini hatırlatıyor. Bir açıdan hayatıma yön verdiğini düşündüm okurken. Artık bildiğim, uyguladığım, düşünce tarzımın paralelleştiği fikirlerle selamlaştım bugün. 
Aylaklık aslında olayların anlatılması için en doğru zemin olmuştur çünkü aylak bir insanın kendisini oyalayacağı bir işi yoktur ve fikirleri her daim peşindedir. İnsanın kendisinden uzaklaşması için yeterli fırsatı yoktur aylakken. Aylaklığa özendirmenin yerine bence bundan korkutan bir kitaptır aylak adam. 


Tutunacak tek komik olmayan şeyi "sevgi" yi araması da önyargılarla dolu bir hayatın özeti gibidir. Tutunacak diğer şeyleri, kimisi için işini, kimisi için çocuklarını komik bulduğunu söylemektir aynı zamanda bu. Kitaptaki bu kadar tesadüf, yazarın çoğu şeye "karşı" tavrına rağmen olumlu bir hava yaratmak istemesi olabilir diye düşündürtmüştür.

Saatleri Ayarlama Enstitüsü - Ahmet Hamdi Tanpınar


Ahmet Hamdi Tanpınar eseridir. Yıllarca edebiyat kitaplarında, lisede hatta ortaokul sıralarında adına aşina olduğumuz ve sıradanlaştırdığımız bir eser haline gelse de konusuyla, anlatış tarzıyla en'lerde sayılabilecek bir eser oldu. Garip bir enstitü ve neredeyse hayali sayılabilecek bir başarı ve bu hayal içinde gerçeği yaşamaya çalışan ama dört elle dünyaya tutunmuş, çevresindekilerin mutluluğunu önemseyen bazen sadece gidişat bu olduğu için bu yalanı yaşamaya devam eden bir insan. Çeşitli cemiyetler, sanki hayal ama aslında gerçek olduğuna inandırıldığınız olaylar, kişiler. 

Kısacası beni şaşırtmış, beklediğimin kat be kat üzerinde düşünmeye teşvik etmiş bir kitap.

Lüzumsuz Adam - Sait Faik



Naifliğin kokusu var bu kitapta. Kısa hem de oldukça kısa öyküleri barındırıyor. Şaşırmayı beklemiyorsunuz akıp gidiyor zaman. Ufacık konulardan bir fikir ortaya atılıyor aa evet diyorsunuz ama abartı bir şaşkınlık olmuyor. Sanki bir mahallenin içerisinde, öyle çok uzak garip mekanlarda değil, insanları tanıyorsunuz ya da o insanın yazara düşündürttüklerini o kadar.

Budala -Dostoyevski



Farklı bir eser. Her şey yoğun bir ortamda geçiyor sanki. Ev tasfirleri, tablonun beynime kazınacak hale gelmesi, her şey bir noktada beynime işlenmiş gibi her detay atlanmaması gereken bir öneme sahip bu kitapta. Sonlara doğru hayatla ilgili yaptığı tespitler bir nevi Yeraltından Notlar havası yarattı bende. Sıradanlık üzerine sözleri ve insanların bu sıradanlıktan sakınma çabaları vs. vs. yüzüne bile bakamayacağımız birini nasıl sevebiliriz, Her şey ortaya teker teker çıkarken bu kadar karmaşa ortamı nasıl oluşturulur, insan kendisine karşı yapılmış hataları nasıl bu kadar normal ve akla yatkın kılıfına uygun bağışlar ve bu kadar doğrucuyken gerçekçiyken nasıl da oyunlar çevrilir buna dahil olunur... Evet şaşkınlığım sonuna kadar devam etti. Sanki o sokaklardan ben geçtim, o dükkandaki nesneyi ben gördüm de sonradan hatırladım dikkatlice bakmak için geri dönen bendim. Bunun gibi detaylar bunun gibi tamamiyle büsbütün bir kitap olaylar zinciri. Sanırım biraz da psikolojik gerilim yüklü muhabbetler. Devlet sorunlarından tutun ateizme çoğu şey bir arada ve öylesine harmanlanmış bir şekilde. Övmek amacım değil kesinlikle sadece bana hissettirdikleri. 

Bıçaklandıktan sonra kendisini suçlu gören bir kişi neden mi çünkü bunu bir anlık hissetmişti anlamıştı ve karşısındakine bunu söylemediği ve buna engel olabilecekken olmadığı için yanlış yaptığını düşündü, kendisini suçlu buldu. Bu kadar da mantık çerçevesinde. 


Kısaca anlatmak gerekirse yoğun bir Dostoyevski romanı.

Kayıp Aranıyor - Sait Faik



Sait Faik romanı. İlk önce Ankara'nın kuru, canı acıtan soğuğuna övgülerle başlıyor kitap. Ki benim de Ankara'da en sevdiğim şey ayazıdır, nemden arınmış, çoğu rüzgarsız havasıdır. Kitabın kurgusu da ayrıca hoşuma gitti. Birden neyden bahsettiği anlaşılmayan bir geçişle kafaları kurcalıyorken, en sonunda aslında başında anlattığı sonla devam eden bir kurguya sahip. İçinde yine altı çizilmelik, hayata dair sözler peydahlanmakta. Kendimce en çarpıcı bulduklarım:

En korktuğu şey küçük görülmekti. İnsanlardan her zaman kendini aşağı görmüştü. Hatta küçük görmüştü. Görmüştü ama başkası tarafından öyle görülmek onu çok üzerdi. Buna da tahammül etmek, aldırış etmemek gerekiyordu. (aldırış etmemek de küstahlık olarak görülmüştü.)

Uçurtma dermiş ki: ' ah ipim olmasaydı!' Kant'ın güvercini daha ileri gitmiş: 'Bir de şu hava olmasaydı!...' demiş. Her ikisi de kendilerini gökyüzüne yükselten şeyin bu iple, hava olduğunu unutmuşlar...

İstiyordu ki kayıtsızlığının, hafifmeşrep, bayağı lakırdılarının altındaki Nevin Hanım'ı keşfetsinler. Ama kimse kimsenin aslını, kafatası içinin meselesini anlamak için uğraşmıyordu.(...) Çünkü hiçbir mesele, (...) bir fikir alışverişi haline getirilemiyordu. 

İnsanın kendi hayatını yaşamasını, her şeye rağmen yaşamasını öğrenmiş, kızına da öğretmişti. Okuduğu kitaplar ona bunu talim etmişti. (...) Aile çocuklara bir takım kocaman yalanlar, kocaman sıkılar, kocaman itmelerden başka ne verirdi? Nevin'in çocuklarını, onların saadeti için görmese de olurdu. 


Ve bir annenin kurduğu: 'neden gereği gibi sevemiyorum?' cümlesi... 

Ölü Canlar - Gogol



Gogol'un uzun yıllar sonucu yazdığı kitap. Yarım kalmışlığına pek takılmadan diyebileceğim en önemli şeylerden biri neden epik şiir olarak gördüğünü anlayabildiğimdir. Evet Ölü Canlar aslında bir şiirdir ama buna ne şiirsel anlatım etken olmuştur, ne de mısralar barındırır bünyesinde. 

İmgeler vardır. bir cümle yazar; aslında başka olayların referansıdır bu kelimeler. İşte tam da bu yüzden çok değerlidir. Okurken sıkılmadım mı, evet yeri geldi sıkıldım, yeri geldi kenara bıraktım, yoğun temponun içinde sabredemediğim zamanlar elbet oldu. Ama kitapları yarım bırakma huyum olmadığından bir gün bitti  ve en önemlisi İletişim yayınlarında olan Nabokov'un son sözünü okumanızı tavsiye ediyorum. Onu okumadan bu kitabı anlamak yarımdır. Gerçi okuyunca bile yarımdır da neyse. 

Kısacası Rus insanı, devleti hakkında yoğun emeklerin olduğu bir kitap.


Aslında bir bavulun ne anlamlara geldiğini anca şiirde bulurdunuz ama işte bu kitap ezberi bozuyor.

Canistan - Yusuf Atılgan


Okurken bir köy romanından beklenenleri yıkıp atabilecek bir kitap. Peki neyi farklı, içgüdüleriyle yaşayan basit olayları anlatır Yusuf Atılgan. Cinsellik içerikli gelebilir okuyucuya ki öyledir de. Bu kitaptan beklentileriniz bu olmadığı için yadırgayabilir hatta sevmeyebilirsiniz. Ben de okurken şaşırmıştım. Bittiğinde öylece kalmıştım yazarın asıl anlatmak istediği ne olabilir diye okurken düşünmeye bile fırsat tanımıyordu. O kadar kısa hikayeler ama sonuçta bu Yusuf Atılgan. Bir köy romanını farklı anlatmış bu farklılığı hissettirmişti. Ama altında yatan neden neydi, onu farklı kılan neydi. Sonraları hakkında bir yazı okudum ve anlamlandırabilrdim. Dul bir kadın istediği için eve yardım amacıyla gelen biriyle birlikte olabiliyor. Aklından toplum ne der korkusu geçmiyor. Başka bir kadın yine birlikte olduğu kişiyle evlenmek istediğini başkasına söyleyebiliyor. Peki aldığı karşılık eleştiri mi değil. Evet bu kadınlar için yazılmış bir kitap. Yıllardır toplum baskısından, eleştirilmekten cinselliğini yaşasa da gizli saklı utanarak sıkılarak yaşayan kadınlara bir lütuf. İçgüdülerle yaşamanın her iki taraf da istiyorsa yargılanamayacak olması. Bunu ne güzel anlatmıştı dedim sonra. Bunlar bir yazarın kadınlara hissettirebileceği güzelliklerdi. Toplum baskısını alıp, kadınları özgür kılmıştı. Adını koyamadığım gariplik bundandı belki de.

Murtaza - Orhan Kemal


Orhan Kemal eseridir. Murtaza üniforma meraklısı, kendisini cahil halktan ayrı tutan, doğrucu, kalbinin insanlığının işini yaparken söz konusu dahi olamayacağı önceleri bir bekçi, sonraları fabrika kontrolü bir karakter. Üstlerine sonsuz güveni, zenginlere sonsuz saygısı vardır. Elbet onlar biliyorlardır doğruyu vazifelerini de bugünlere gelmişlerdir.


Aslında bakarsanız vazifesini her şeyden üstün görmesi övülecek gibi dururken, insanları hizaya getirmeyi başarmışken, sonraları bunun aslında pek de övgüye değer olmadığı görülebiliyor. Mesela bekçiyken zinayı, çocuklara sarkıntılık edenleri, laf atmaları vs. engelliyor. Fabrikada çalışırkense işi başında olması gerekirken uyuyan, kısacası kaytaran insanları düzene sokabiliyor. Vazife aşkı, doğruculuğu vs. bu açıdan bakıldığında bir işverenin ya da bir devletin vatandaşından beklediği şeyler olarak görülebilir. Ama bu işin baştan yanlış giden bir tarafları var. Bu düzeni eleştirme hakkını kendinde görmeyen Murtazanın acıklı hikayesine de konu olan bir nevi kraldan çok kralcılık yapmak. Üstleri bile bunu yaptığı için vazife aşkını gördükleri için şaşırıyorlar sonra adı tatlı kaçık olarak değerlendiriliyor. Murtaza peki bunları neden yapıyorum, bunca insan neden rahatsız, bu kadar disiplin ne için diye kendisine sormuyor. Sorsa bile kitabın başından sonuna kadar devam eden bir insan vazife başındaysa sormamalı neden diyerek cevaplandırıyor. Bir taraftar gibi desteklediği zenginler, iktidar ise ne onu düşünüyor ne de çalışanları. Tek dertleri bu düzenin işlemesi ve bunun için de Murtazalara ihtiyaç var. Her ne kadar onları kaçık olarak nitelendirseler de bu kişilere ihtiyaçları yadırganmıyor, itiraf ediliyor.

Murtaza'ya en büyük darbe ise çocuklarından geliyor. Özellikle başından beri babasından köşe bucak kaçan hasan en sonlara doğru Murtaza'ya bugüne kadar söyleyemediklerini söylüyor.

Halkın ayaklanmasının nasıl ve neden birden ortaya çıktığı ise açıklanamayacak boyutta. bu gerçekliği çok güzel bir biçimde aktaran bir roman.

Kısacası, halkın enayi diye adlandırdığı vazife aşkıyla yanan, maaş kaçtır sormayan, canını vazifesi için feda edebilecek Murtaza, bu dsiplinden, kendisini bu kadar yüksek görmesinden, insanların dertlerini anlamamasından ve iktidarın otoritesini sorgulamadan kabul etmesinden ötürü insanlarca alaya alınıyor. Ama bizim Murtaza akıllanır mı akıllanmaz. Ama kendisini akıllı görev adamı ilan eder.

Murtaza kadınlara karşı da acımasız davranır. Onlar da işlerini yapmalı, beyi eve geldiğinde hazır beklemeli, soyunu devam ettirebilecek erkek evlatlar vermelidirler. Eğer çocukları doğurmuş ama onlara kendi kanını veremediyse de bunların suçlusu tohumlarını kurutan bir tarla gözüyle bakmaktadır. Murtaza ise yine haklıdır, doğrucudur ama onun doğruculuğu sadece kendi dünya bakış açısında sınırlıdır. Uzlaşmaya açık değildir.