27 Ocak 2019 Pazar

Kör Baykuş - Sadık Hidayet

Sadık Hidayet'in ilk kalp kırıklığı sonrası kendisini Paris'te nehirin akan sularına bırakması ve ilk intihar deneyiminin  başarısızlıkla sonuçlanması sonrası hayata mecburi geri dönüşü, çeşitli işlerde çalışması ve yaşlılığında Paris'e geldiğinde yarım kalan intiharını bu sefer başarıyla tamamlaması üzerine aslında Kör Baykuş. Orhan Pamuk'un uzun uzun nakkaşllığı anlattığı Benim Adım Kırmızı'daki öğretiyle tekrar tekrar aynı imgeyi çizmesini daha iyi anlıyoruz yazarımızın. O afyon ve şarabın etkisindeki gerçeklikle hayalin karıştığı noktada biz de kayboluyoruz. Kitaptan bazı bölümler...
Sadık Hidayet neden yazmak zorunda olduğunu anlatarak başlar:
"Aklımda olanları, olayların bağlantılarından dolayı edindiğim izlenimleri yazmaya çalışacağım. Bakarsın bunlar hakkında genel bir yargıda bulunabilirim. Hayır! Sadece emin olabilirim, belki kendim buna inanabilirim. Başkaları inanmış ya da inanmamış, benim için hiç önemi yok. Tek korkum, henüz kendimi tanımamışken, yarın ölüvermek! Çünkü hayat tecrübelerimden şunu anladım ben: Meğer benimle başkaları arasında ne korkunç bir uçurum varmış! Anladım ki mümkün oldukça susmalıyım, mümkün oldukça düşüncelerimi kendime saklamalıyım. Şimdi yazmaya karar verdimse, bunun tek sebebi kendimi gölgeme tanıtmak. Duvarda eğik bir gölge, yazdıklarımı olanca iştahıyla yutuyor sanki! Bu yüzden bir deneme yapacağım; bakalım birbirimizi daha iyi tanıyabilecek miyiz? Elalemle bütün bağlantılarımı kopardığımdan beri, kendimi daha iyi tanımak istiyorum."

"Şu yoksulluk, miskinlik dolu dünyada ilk defa sandım ki hayatımda bir güneş ışığı parladı. Ama heyhat! Güneş ışığı değildi bu; belki sadece gelip geçici bir ışık; kadın ya da melek şeklinde görünüp kayan bir yıldız. O bir anlık aydınlıkta, bir saniye zarfında hayatımın bütün bedbahtlıklarını gördüm; bunların görkemini fark ettim. Sonra bu ışık, kaybolması gereken karanlık girdabında yine kayboldu. Hayır, bu gelip geçici ışığı kendime saklayamadım. 

Üç ay mıydı? Hayır, iki ay dört gün oldu onun üzünü kaybedeli. Ama büyüleyici gözlerinin hayali, o gözlerin cazibeli hep kaldı hayatımda. Hayatıma bu kadar bağlı olan bir şeyi nasıl unutabilirim ki?"

"Hayattayken, gözleri hayat doluyken sadece gözlerinin hatırası bana işkence ediyordu. Ama şimdi hissiz, hareketsiz, soğuk, kapalı gözleriyle gelmiş, kendini bana teslim etmişti, kapalı gözleriyle!
Benim hayatımı zehirleyen kişiydi bu. Aslında benim hayatım zehirlenmeye hazırdı. Zehirlenmiş bir hayattan başka hayatım olamazdı."

"Kendimi nasıl da alçaltıp küçük düşürüyordum! Kimse inanmayacak. Karımın elimden kaçmasından korkuyordum. Nasıl davranılacağını, kadınların nasıl tavlanacağını karımın kırıklarından öğrenmek istiyordum. Ama bütün ahmakların sakalıma güldüğü bedbaht pezevengin tekiydim! Şimdi onları sevdiğini biliyordum. Çünkü hayasız, ahmak, kokuşmuş heriflerdi. Onun aşkı pislikle, ölümle iç içeydi. Acaba gerçekten de onunla yatmak istiyor muydum? Ben onun dış görünüşüne mi tutulmuştum yoksa benden nefret etmesine mi? Hareketleri, tavırları mı, yoksa çocukluktan beri annesine bağlılığım, sevgim miydi sebep? Ya da hepsi birden mi etkiliydi? Hayır, bilmiyorum. Bildiğim tek şey: Bu kadın, bu kahpe, bu cadı, ruhuma nasıl bir zehir kattı, bilmem. Onu arzulamakla kalmıyordum, bedenimdeki her zerrenin ihtiyacı vardı ona. Bedenim feryat ederek bildiriyordu ihtiyacını. İnsanların yaşamadığı, kayıp bir adada onunla baş başa kalmayı şiddetle arzu ediyordum. Bir deprem olsa, tufan çıksa, ilahi bir yıldırım düşse de oda duvarının arkasında nefes alan, koşuşturan, zevk alan şu ayak takımı herifleri tümüyle patlatsa; sadece ikimiz kalsak; bunu istiyordum. Varlığımın, hayatımın en yüce sonucu olacaktı. Bu şıllık, beni yeyip bitiren derdim yetmezmiş gibi, bir de bana işkence etmekten zevk alıyordu."

"Eski insanların bu masallar vasıtasıyla kuşaktan kuşağa nakledilen hareketleri, düşünceleri, arzuları, adetleri, sanırım hayatın gereklerinden biri olmuştur. Binlerce yıldır aynı sözleri etmişler, aynı sevişmelerde bulunmuşlar, aynı çocukça sorunları yaşamışlar. Acaba hayat denilen şey tümüyle komik bir hikaye, inanılmaz, ahmakça bir masal değil mi? Ben kendi masalımı, kendi öykümü yazmıyor muyum acaba? Öykü, yerine gelmemiş arzular için bir kaçış yolu değil mi? Ulaşılamayan arzular. Her masalcının kendine kalıtım yoluyla geçmiş, sınırlı ruh haline uygun olarak tasavvur ettiği arzular. Keşke çocuk olduğum, cahil olduğum zamanlar gibi mışıl mışıl uyuyabilseydim! Huzurlu, vesvesesiz bir uyku."

"Benim odam bir tabut değil miydi? Yatağım mezardan daha soğuk, daha karanlık değil miydi? Yatağım hep seriliydi; yatmaya davet ederdi beni. Birkaç kez tabutta olduğum fikri geçti aklımdan. Geceleri odam küçülüyor, sıkışıyor gibi geliyordu bana. Mezarda da aynı şey hissedilmiyor mu? Ölümden sonraki duygulardan haberi  olan var mı?"

"Defalarca ölümümü, bedenimin dağılıp çözülmesini düşündüm. Bu fikir beni korkutmuyor, aksine yok olmayı gerçekten arzu ediyordum. Korktuğum tek şey bedenimdeki zerrelerin, ayak takımından onların zerreleriyle karışmasıydı. Bu düşünce dayanılmazdı benim için. Bazen, öldükten sonra, hassas parmaklı ellerim olsa da bütün zerrelerimi dikkatle toplasam, bana ait olan zerrelerin ayak takımından olanların bedenlerine geçmemesi için göz kulak olsam diye düşünüyordum. Bazen gördüklerimi ölümle burun buruna olanların da gördüklerini düşünüyordum. Korku, ürküntü, yaşama isteği kalmamıştı içimde. Uzaktan telkin edilen sözlerle kendime has bir huzur hissediyordum. Beni teselli eden tek şey, ölümden sonra yok olma umuduydu. İkinci yaşam fikri beni korkutuyor, yoruyordu. Henüz içinde yaşadığım dünyaya alışamamıştım. Dünya artık ne işime yarardı ki? Bu dünyanın benim için değil, bir avuç hayasız, yüzsüz, dilenci tabiatlı, çokbilmiş, kabadayı, gözü günlü aç insanlar için olduğunu hissediyordum. Bunlar dünyaya uyumlu olarak gelmişlerdi; yeryüzünün, gökyüzünün güçlükleri karşısında, kasap dükkanının önündeki bir parça et için kuyruk sallayan aç köpek gibi dileniyor, yaltaklanıyorlardı. İkinci yaşam fikri beni korkutuyor, yoruyordu. Hayır, kusturucu bu dünyaları, uğursuz kılıkları görmeye ihtiyacım yoktu. Tanrı, kendi dünyalarını gözüme sokacak kadar görgüsüz müydü? Yalan söyleyecek halim yok ya; yeni bir dünyayı yaşamam gerekiyorsa, düşüncelerimin, duygularımın hissizleşip ağırlaşmasını, zahmet çekmeden nefes almayı arzu ederdim. Yorgunluk hissetmeden, bir Lingam mabedinin sütunlarının gölgesinde yaşayabilirdim. Güneş gözümü almayacak şekilde dolanır dururdum; insanların sözleri, hayat sesleri kulağımı tırmalar dururdu."