27 Ocak 2019 Pazar

Kör Baykuş - Sadık Hidayet

Sadık Hidayet'in ilk kalp kırıklığı sonrası kendisini Paris'te nehirin akan sularına bırakması ve ilk intihar deneyiminin  başarısızlıkla sonuçlanması sonrası hayata mecburi geri dönüşü, çeşitli işlerde çalışması ve yaşlılığında Paris'e geldiğinde yarım kalan intiharını bu sefer başarıyla tamamlaması üzerine aslında Kör Baykuş. Orhan Pamuk'un uzun uzun nakkaşllığı anlattığı Benim Adım Kırmızı'daki öğretiyle tekrar tekrar aynı imgeyi çizmesini daha iyi anlıyoruz yazarımızın. O afyon ve şarabın etkisindeki gerçeklikle hayalin karıştığı noktada biz de kayboluyoruz. Kitaptan bazı bölümler...
Sadık Hidayet neden yazmak zorunda olduğunu anlatarak başlar:
"Aklımda olanları, olayların bağlantılarından dolayı edindiğim izlenimleri yazmaya çalışacağım. Bakarsın bunlar hakkında genel bir yargıda bulunabilirim. Hayır! Sadece emin olabilirim, belki kendim buna inanabilirim. Başkaları inanmış ya da inanmamış, benim için hiç önemi yok. Tek korkum, henüz kendimi tanımamışken, yarın ölüvermek! Çünkü hayat tecrübelerimden şunu anladım ben: Meğer benimle başkaları arasında ne korkunç bir uçurum varmış! Anladım ki mümkün oldukça susmalıyım, mümkün oldukça düşüncelerimi kendime saklamalıyım. Şimdi yazmaya karar verdimse, bunun tek sebebi kendimi gölgeme tanıtmak. Duvarda eğik bir gölge, yazdıklarımı olanca iştahıyla yutuyor sanki! Bu yüzden bir deneme yapacağım; bakalım birbirimizi daha iyi tanıyabilecek miyiz? Elalemle bütün bağlantılarımı kopardığımdan beri, kendimi daha iyi tanımak istiyorum."

"Şu yoksulluk, miskinlik dolu dünyada ilk defa sandım ki hayatımda bir güneş ışığı parladı. Ama heyhat! Güneş ışığı değildi bu; belki sadece gelip geçici bir ışık; kadın ya da melek şeklinde görünüp kayan bir yıldız. O bir anlık aydınlıkta, bir saniye zarfında hayatımın bütün bedbahtlıklarını gördüm; bunların görkemini fark ettim. Sonra bu ışık, kaybolması gereken karanlık girdabında yine kayboldu. Hayır, bu gelip geçici ışığı kendime saklayamadım. 

Üç ay mıydı? Hayır, iki ay dört gün oldu onun üzünü kaybedeli. Ama büyüleyici gözlerinin hayali, o gözlerin cazibeli hep kaldı hayatımda. Hayatıma bu kadar bağlı olan bir şeyi nasıl unutabilirim ki?"

"Hayattayken, gözleri hayat doluyken sadece gözlerinin hatırası bana işkence ediyordu. Ama şimdi hissiz, hareketsiz, soğuk, kapalı gözleriyle gelmiş, kendini bana teslim etmişti, kapalı gözleriyle!
Benim hayatımı zehirleyen kişiydi bu. Aslında benim hayatım zehirlenmeye hazırdı. Zehirlenmiş bir hayattan başka hayatım olamazdı."

"Kendimi nasıl da alçaltıp küçük düşürüyordum! Kimse inanmayacak. Karımın elimden kaçmasından korkuyordum. Nasıl davranılacağını, kadınların nasıl tavlanacağını karımın kırıklarından öğrenmek istiyordum. Ama bütün ahmakların sakalıma güldüğü bedbaht pezevengin tekiydim! Şimdi onları sevdiğini biliyordum. Çünkü hayasız, ahmak, kokuşmuş heriflerdi. Onun aşkı pislikle, ölümle iç içeydi. Acaba gerçekten de onunla yatmak istiyor muydum? Ben onun dış görünüşüne mi tutulmuştum yoksa benden nefret etmesine mi? Hareketleri, tavırları mı, yoksa çocukluktan beri annesine bağlılığım, sevgim miydi sebep? Ya da hepsi birden mi etkiliydi? Hayır, bilmiyorum. Bildiğim tek şey: Bu kadın, bu kahpe, bu cadı, ruhuma nasıl bir zehir kattı, bilmem. Onu arzulamakla kalmıyordum, bedenimdeki her zerrenin ihtiyacı vardı ona. Bedenim feryat ederek bildiriyordu ihtiyacını. İnsanların yaşamadığı, kayıp bir adada onunla baş başa kalmayı şiddetle arzu ediyordum. Bir deprem olsa, tufan çıksa, ilahi bir yıldırım düşse de oda duvarının arkasında nefes alan, koşuşturan, zevk alan şu ayak takımı herifleri tümüyle patlatsa; sadece ikimiz kalsak; bunu istiyordum. Varlığımın, hayatımın en yüce sonucu olacaktı. Bu şıllık, beni yeyip bitiren derdim yetmezmiş gibi, bir de bana işkence etmekten zevk alıyordu."

"Eski insanların bu masallar vasıtasıyla kuşaktan kuşağa nakledilen hareketleri, düşünceleri, arzuları, adetleri, sanırım hayatın gereklerinden biri olmuştur. Binlerce yıldır aynı sözleri etmişler, aynı sevişmelerde bulunmuşlar, aynı çocukça sorunları yaşamışlar. Acaba hayat denilen şey tümüyle komik bir hikaye, inanılmaz, ahmakça bir masal değil mi? Ben kendi masalımı, kendi öykümü yazmıyor muyum acaba? Öykü, yerine gelmemiş arzular için bir kaçış yolu değil mi? Ulaşılamayan arzular. Her masalcının kendine kalıtım yoluyla geçmiş, sınırlı ruh haline uygun olarak tasavvur ettiği arzular. Keşke çocuk olduğum, cahil olduğum zamanlar gibi mışıl mışıl uyuyabilseydim! Huzurlu, vesvesesiz bir uyku."

"Benim odam bir tabut değil miydi? Yatağım mezardan daha soğuk, daha karanlık değil miydi? Yatağım hep seriliydi; yatmaya davet ederdi beni. Birkaç kez tabutta olduğum fikri geçti aklımdan. Geceleri odam küçülüyor, sıkışıyor gibi geliyordu bana. Mezarda da aynı şey hissedilmiyor mu? Ölümden sonraki duygulardan haberi  olan var mı?"

"Defalarca ölümümü, bedenimin dağılıp çözülmesini düşündüm. Bu fikir beni korkutmuyor, aksine yok olmayı gerçekten arzu ediyordum. Korktuğum tek şey bedenimdeki zerrelerin, ayak takımından onların zerreleriyle karışmasıydı. Bu düşünce dayanılmazdı benim için. Bazen, öldükten sonra, hassas parmaklı ellerim olsa da bütün zerrelerimi dikkatle toplasam, bana ait olan zerrelerin ayak takımından olanların bedenlerine geçmemesi için göz kulak olsam diye düşünüyordum. Bazen gördüklerimi ölümle burun buruna olanların da gördüklerini düşünüyordum. Korku, ürküntü, yaşama isteği kalmamıştı içimde. Uzaktan telkin edilen sözlerle kendime has bir huzur hissediyordum. Beni teselli eden tek şey, ölümden sonra yok olma umuduydu. İkinci yaşam fikri beni korkutuyor, yoruyordu. Henüz içinde yaşadığım dünyaya alışamamıştım. Dünya artık ne işime yarardı ki? Bu dünyanın benim için değil, bir avuç hayasız, yüzsüz, dilenci tabiatlı, çokbilmiş, kabadayı, gözü günlü aç insanlar için olduğunu hissediyordum. Bunlar dünyaya uyumlu olarak gelmişlerdi; yeryüzünün, gökyüzünün güçlükleri karşısında, kasap dükkanının önündeki bir parça et için kuyruk sallayan aç köpek gibi dileniyor, yaltaklanıyorlardı. İkinci yaşam fikri beni korkutuyor, yoruyordu. Hayır, kusturucu bu dünyaları, uğursuz kılıkları görmeye ihtiyacım yoktu. Tanrı, kendi dünyalarını gözüme sokacak kadar görgüsüz müydü? Yalan söyleyecek halim yok ya; yeni bir dünyayı yaşamam gerekiyorsa, düşüncelerimin, duygularımın hissizleşip ağırlaşmasını, zahmet çekmeden nefes almayı arzu ederdim. Yorgunluk hissetmeden, bir Lingam mabedinin sütunlarının gölgesinde yaşayabilirdim. Güneş gözümü almayacak şekilde dolanır dururdum; insanların sözleri, hayat sesleri kulağımı tırmalar dururdu."

 

6 Ocak 2017 Cuma

AHMET CEMAL - ARADIĞIMIZ TİYATRO

AHMET CEMAL - ARADIĞIMIZ TİYATRO

Tekrar okunup, içindeki çeşitli kaynak isimlerinden faydalanılması gereken bir eser.

"Aslında sanatçı, farklı algılayışı yüzünden ne yaşamın kendisine yabancıdır, ne de olgulardan uzaklaşması nedeniyle, zaman zaman doğaya dönmeyi de becerebilen, böyle bir beceriyi gereksinen kişidir. Sanatçı -eğer yabancılaşma kavramını mutlaka kullanmamız gerekiyorsa-, yaşama değil, fakat yaşamın çoğunluk tarafından algılanma biçimine, örneğin uzun zamandır devam eden bir akışın salt bu devamlılıktan ötürü "doğru" ve "gerçek" niteliklerini kazanmasına karşı çıkan, var olanı bir kez var diye, düşünmeksizin onaylamaktan yana olmayan, bu eleştirisel tutumundan ötürü de çoğu kez "göze batan" kişidir.

Shakespeare, iktidar bağlamında özel ağırlık tanıdığı iki noktayı, iktidarın yasal yollardan edilmesinin gerekliliğini ve yasal yolla elde edilmiş iktidar uygulamalarının da hep yasal kalması zorunluluğunu, oyunlarında iki temel ilkeye dönüştürerek yansıtır. Bu ilkelerden birincisi, yasa dışı yollarla ele geçirilen iktidarın ayakta kalabilmesi için zorbalığa başvurmasının kaçınılmazlığıdır. İkinci ilke ise, yasal yolla elde edilmiş bir iktidarın uygulamalarında yasallıktan ayrılması durumunda, ortalığı kaplayacak zorbalık atmosferi nedeniyle devletin temellerinden sarsılacağıdır; çünkü böyle bir durumda halkın devlete olan güveni geniş bir ölçüde yitip gideceği gibi, devletin zorbalığını örnek alacak zorba çeteleri de davranışlarının yasal (!) temellerini doğrudan devlet yetkililerinin davranışlarında arayabileceklerdir!

...Bu bağlamda bilme zorunluluğu, Galilei'nin Yaşamı'nda karşımıza insan olmanın bir koşulu niteliğiyle çıkar. "Bilmek zorundayım..." der Galilei, kızının sevdiği adamdan ayrı düşmesi gibi bir bedel ödeyecek olsa bile, yine: "Bilmek zorundayım..." diye diretir. Burada Brecht'in Galilei'nin ağzından dile getirdiği düşünce, bilinenlere değil, ama yanılsamalara dayanan bir dünyada, bilme zorunluluğunu dışlayan bireysel mutlulukların da ancak düzmece mutluluklar olmaktan öteye geçemeyeceği düşüncesidir..."


3 Ekim 2016 Pazartesi

Orhan Pamuk - Öteki Renkler

Orhan Pamuk'u daha iyi anlayabilmeyi, bazı meseleler üzerine ne çok düşündüğünü daha yakından görebilmeyi mümkün kılan kitap Öteki Renkler. Türkiye'deki birçok aydının devlet ve onu daha iyiye taşıma tarzının Orhan Pamuk'ta biraz farklı olduğunu, Türkiye'nin Doğu-Batı çekişmesinin bizim asıl kültürümüz olduğunu ve de Orhan Pamuk'un da bundan beslendiğini daha iyi anlıyoruz. Kimlik, üslup, belki biraz harf inkılabı, Atatürkçülük, İslam, Kürt sorunu, solculuk, Aziz Nesin, Sait Faik, Oğuz Atay belki de örnek aldığı daha doğrusu en çok uyuştuğu Ahmet Hamdi Tanpınar'ı, yabancı birçok yazar hakkında düşüncelerini öğrenebiliyoruz.
Birkaç kesit;

-Gelecek hakkında beklentileri bütün kederliler gibi sınırlı.

-İlham mistik bir şeydir, dışarıdan gelir; bunu kabul edelim biraz...Ama ne kadar çok beklersen, o kadar gelmeme ihtimali de vardır. Çok bekleyen, bu konuda daha talihlidir. Aşk telefonuna benzer. Telefonun başında çok beklerseniz gelme ihtimali vardır. Açarsınız ve hayatınız değişebilir. Ama nasıl olsa bana gelmez diye beklememişseniz size hiç gelmez.

-Ama Şirin'in yakışıklı Hüsrev'in kendisiyle karşılaşınca geçirdiği kararsızlık bugün bizim de kararsızlığımızdır. Acaba hangisi daha "gerçektir". Biz de Şirin gibi kendimize soruyoruz: Gerçek mi daha gerçek, imge mi? Acaba hayatımızda daha kışkırtıcı olan hangisidir. Yakışıklı Hüsrev'in resmi mi yoksa kendisi mi?

-Gençliğin acı verici yanı,insan ilişkilerindeki ikiyüzlülüğü görmek, buna karşı bir şeyler yapmak isteyip de yapamamak ve sonraları da bunu doğal karşılamaktır. Sessiz Ev'de yer alan gençlerin her biri bendim. Her birinde gençliğin ayrı ayrı ruh hallerini kurcaladım ve eğlendim.

-Ama hareketli bir romanda, gerekli kararlar, kararsızlıklar, karar değiştirmeler, yani mantığın zikzaklar çizmesi için, bunların birbiriyle kırıştırıp, naz yapıp, manidar konuşup ve birbirlerini karşılıklı kovalayıp reddedebilmeleri için, yani gerçek aşk için, tıpkı bir savaşta olduğu gibi, önce orduların manevra için tepeleri tutmaları gerek,

-Bütün dertler, kederler, bildiğimiz insan hayatının sınırlılığı ve zavallılığına bağlı.

-Sürekli çalışabildiği ve bazı insanların makinelere ya da aşka inanabilmesi gibi o da yazıya inandığı için hayatın anlamı ve amacı onun için hep pırıl pırıl açık kaldı. Bu yüzden başkalarının kararsız kaldığı, gördüklerine inanamadıkları, başka dostların ya da örgütlerin tanıklığını ya da desteğini arayarak bocaladığı durumlarda o öne çıkıp kendine güvenle ilk tepkiyi verirdi. Düşündüğünü açıkça ifade etme ayrıcalığının yalnızca cesurlara bırakıldığı bir ülkede Aziz Nesin pek az yazara nasip olmuş bir keyifle cesaretinin tadını çıkardı.

Cumartesileri
sinema dönüşlerinde
geçerdim bekçi düdüklerinin
yankılandığı boş sokaklardan;
demir kepenkler, bitmeyen kaldırımlar,
apartmanların giz dolu karaltıları
uzanıp büyüsünü yakalayabileceğime
inandığım hayattı.
(Gece ve Sessizlik - Şavkal Altınel)

-Şeytanlarla fazlasıyla kaynaşan bir toplumda modernizimin şeytanı yeterince akıllı olamıyor. Aydınlanmacılığın aklı da çoğu zaman şeytanlarla konuşabilmek için devletin gücü ve otoritesine sığınıyor. Belki de pek çok yazar gibi kavramlarla konuşamadığım için alegoriler arıyor, hikayeler anlatıyorum. Ama şikayet etmiyorum ve talihli olduğumu biliyorum, çünkü benim ülkemde alegoriler felsefenin yerini tutar ve hikayelere de teorilerden daha çok inanılır.


11 Nisan 2015 Cumartesi

Okuyan Gençliğe Mektuplar - Ahmet Cemal

Ahmet Cemal tarafından 1999'da yazılmış ve gençliğe bu düzeni değiştirmek için neler yapması, neden yapmasını öğütler nitelikteki içinde 6 mektup bulunan kitap. 

"Yaşamımız boyunca edinmek, kazanmak istediğimiz hiçbir kimlik, bize sunulmaz ya da armağan edilmez. Sunulsa veya armağan edilse bile öyle bir kimlik, koşullarını kendimizde gerçekleştirmediğimiz sürece, ancak geçici olarak taşıyabileceğimiz ve başkalarını yine geçici olarak inandırabileceğimiz bir kimlik olabilir. " İnsanın yaşamı boyunca edinmek istediği kimliklere dair...

Sizlere neden yalnız olduğunuzu, daha doğrusu genelde büyükleriniz tarafından birkaç kuşaktır ne türden bir yalnızlığa itildiğinizi anlatmaya çalışacağım. Bu, aslında çoğunuzca zaten algılanan bir yalnızlık, ve ondan kurtulmak için kimi girişimlerde de bulunmaktasınız. Gelgelelim bu girişimlerin çoğunun sonuçsuz kaldığını sizler de görmektesiniz.
... Nedenleri iyi bilinemeyen yalnızlıklara çare bulmak olanaksızdır ve yanlış çareler, ancak yeni bunalımların kapısını açar.
... Sizin en büyük yalnızlığınız, özgür seçimleriniz sonucu tek başınıza kalmayı yeğlemiş olmaktan kaynaklanmıyor. Asıl yalnızlığınız, hep kalıpları öğrenmenin görev diye belletilmesinin, gerçek anlamda bir ahlaka giden yolun ancak insanın kendi ahlakını önce kendi iç dünyasında yaşamasından, yaşadıklarının ahlakını da savunmayı öğrenebilmesinden geçebileceği gerçeğine karşın, hep çoğunlukla hangi erdemleri savunduğu belirsiz ve düzmece ahlak kurallarıyla yaşamak zorunluluğunun yol açtığı bir yalnızlık - ya da gönüllü olduğu hiç de söylenemeyecek bir iç sürgün. 

Çünkü insan doğadaki öteki canlılardan farklı olarak, içinde bulunduğu ortamları ve koşulları kendi istediği doğrultuda olabildiğince değiştirmesini sağlayacak ve adına irade denilen bir güçle donatılmıştır. İnsan dünyaya hem öteki insanlar gibi biri, hem de tümüyle kendine özgü biri olmak üzere, deyiş yerindeyse bir tür çift kimlikle gelir. İnsanlık tarihinin gelişme sürecinin bize gösterdiği en önemli gerçeklerden biri, toplumsal yaşam içerisinde kendine özgü kimliğini geliştirme isteğinin insanda neredeyse bir içgüdü niteliğiyle varolduğudur. 

Bu ülkenin okuyan ve düşünen gençliği ise bir ümmet toplumunun yıkıntıları üstünde yükselen Cumhuriyet'in yani akıl toplumunun genç üyeleri olarak, kaç kuşaktır aklın, aklının gösterdiği yolları özgürce seçememenin bunalımlarıyla, akıl-dışılığı haklı olarak yadsımanın kendisini sürüklediği bir toplumdışılıkla boğuşmak zorunda.

O ışıklı günlerin hiçbir öğretmeni, kalkıp öğrencilerine siz dersinizi çalışın, başka şeylerle ilgilenin demedi, bunun tersini söyledi. - Köy enstitüleri döneminden bahsetmekte.

Herhangi bir bireyde böyle bir bilincin varlığından, ancak o kişi oyunu kafasında özgürce yaptığı değerlendirmeler doğrultusunda kullanıyorsa, kendi kendine- asıl seçimi o olmadığı halde- örneğin yalnızca belli bir barajı aşabilecek gibi gördüğü partilere oy vermek gibi bir zihinsel baraj koymuyorsa söz edilebilir.

Bir anketin sonuçlarına göre, Türk gençliğinin yüzde 80'e yakın bir bölümü, ülkesinin geleceğini karanlık görüyordu; bu yüzde 80'nin büyük bir bölümü ise kendi geleceğini aydınlık görmekte idi! Ülkesinin karanlık gördüğü geleceğinde kendine aydınlık bir yer bulabileceğine inananlar, kendilerini her şeyden önce bu büyük yanılgıdan kurtarmalıdırlar. "


Ne kadar 80 darbesini görmüş bir gençliğe seslense de çoğu bizim dönemimize de ışık saçıcı konular.

10 Nisan 2015 Cuma

Körleşme - Elias canetti


Kitabı okurken altını çizdiğim şeyleri yazsam başka bir kitap bile oluşabilir. Bu kadarı yeterli dediğiniz anda yeni bir kurnazlık, yeni bir kötülükle karşılaşıyor Dr. Kien. Kurtuluşunu sağlayan insana yani kardeşine bile kötü gözlerle bakmanıza sebep oluyor. Bu kadar umutsuzluk, bu kadarı fazla diyebiliyorsunuz. Tek sevindiğim nokta sonunda kendisini ve kitaplarını yakması oldu. Çünkü kitapta da geçtiği gibi kitapların yanabilecek olma korkusu yanmasından daha kötüydü. Kardeşiyle ikisinin birleşiminden doğacak evrensel bir kişi olacaktı. Birisi sezgileriyle duygusal zekasıyla var oluyordu, diğeri ise saf katıksız gerçeklikle, mantıkla var olmuştu. Diğer zekayı reddetmek insanın doğasına aykırıydı ama yine de küçümsüyorlardı değer verseler bile. İnsan kendisini yok ederek kitleye ulaşıyordu. Bu sayede sinolog belleğini taze tututuyordu, ruh hastalıkları doktoruysa hastasının dünyasını anlayabiliyordu. 

" İnsanların, daha yüksek bir hayvan türü olan kitle ile birleşmek ve bu kitle içerisinde kendilerini, sanki tek bir insan bile hiç yaşamamışçasına yitirmek içgüdülerinden haberleri yoktu. Çünkü okumuş kişilerdi; okumuşluk ise, bireyin kendi içindeki kitleye karşı kullandığı bir güvenlik kuşağıydı.

Bilim onlara körü körüne nedenlere inanmayı öğretmişti. kalıplaşmış kişiler olarak, içinde yaşadıkları dönemde çoğunlukça benimsenmiş töre ve görüşlere sıkı sıkıya bağlıydılar. Eğlenceyi seviyorlardı; herkesi ve her şeyi de bu eğlence istekleri doğrultusunda yorumluyorlardı..."

Kadınları ise yerden yere vuruyor bozulan tüm düzenin suçluları olarak gösteriyordu Dr. Kien ve en çok korktuğu ise buydu. Kendisi de aldanıp bir kadını üstelik yaşlandıkça zehri artan bir kadını eş olarak seçebilmişti. Duygusal zekayla kadın olmayı bir tutuyordu. İkisi de hızlı öfkelenir, sürekli ilgi ister, alkışlanmak beklerdi. Ama bu onun istediği şeyler değil, tam tersi küçük gördüğü şeylerdi. Ama yanılgılarıyla kendisini ateşe attı. Kadınları kötü olarak nitelendirirken, sadık cücesinin gerçek yüzünü anlayamadan hayatına son verdi. Ölüm neydi ki diyordu bir yerde. Dirençli yaşlanmış bir bedenin keyfini mi beklemeliydim?



Elias Canetti kimdir? wikipedia


Elias Canetti (d. 25 Temmuz 1905 – ö. 14 Ağustos 1994), modernist romancı, oyun yazarı, anı ve kurgusal olmayan düzyazı yazarı. Eserlerini Almanca yazan Canetti, "geniş bir bakış açısı, fikir zenginliği ve sanatsal güç ile işaretlenmiş yazıları için" 1981 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandı.

25 Temmuz 1905'te, Rusçuk'ta (Bulgaristan) yahudi bir ailenin çocuğu olarak doğan Elias Canetti, 1905'ten 1911'e kadar ailesiyle Rusçuk'ta yaşamıştır. Daha sonra aile İngiltere'ye taşınmış, babanın 1912 yılında vefat etmesiyle ise Viyana'ya gitmişlerdir. Viyana'da aile yeni bir hayata adım atarken, Canetti Ladino, Bulgarca, İngilizce ve biraz da Fransızca konuşabiliyordu. Fakat, sadece 7 yaşındayken geldiği Viyana'dan itibaren genellikle kullandığı dil Almancadır. Gelecekte kaleme alacağı önemli eserlerini de Almanca yazmıştır. Viyana'dan da taşınarak aile sırasıyla Zürih ve Almanya'da yaşamıştır. 1924 yılında Canetti Almanya'da liseden mezun olur ve kimya eğitimi görmek için aynı yıl Viyana'ya gider. Viyana'da geçirdiği yıllarda ise ömür boyu en büyük tutkusu olacak edebiyatla ilgilenmeye başlar. Viyana Üniversitesinden 1929 yılında kimya lisansını tamamlayarak mezun olur. Daha öğrenciyken yazmaya başlamış ve Viyana'daki edebiyat çevrelerine girmiştir.

1930’ların başlarında ABD’li yazar Upton Sinclair’in yapıtlarını Almanca’ya çevirdi. 1934’te kendisi gibi yazar olan, 1963’te kaybedeceği Veza Taubner ile evlendi. Bu arada Hochzeit (Düğün) ve absürt tiyatronun ilk örneklerinden olan Die Komödie der Eitelkeit (Kibir Komedisi) adlı oyunları yazdı. 1967’de Viyana’da sahneye koyulan Die Befriesteten (Sayılı Gün) insanın öleceği zamanı tam olarak bilmesi durumunda ne olacağını sorusunu soruyordu. Nazilerin Avusturya'yı işgal etmesinden çok kısa bir süre önce Paris'e, Paris'ten de Londra'ya geçti. Hayatının büyük bir bölümünü İngiltere'de geçirdi. 1970lere kadar yaşadığı İngiltere'den 1952 yılında vatandaşlık kazanmıştır. 1971’de ikinci evliliğini yapacağı, restoratör Hera Buschor’un işi gereği sık sık geldiği İsviçre’de de bir ev edindiyse de, bu döneme kadar İngiltere dışına hemen hiç çıkmadı. Yazarın Hera Buschor’dan bir kızı olduğunda yaşı altmış sekizdi. Hayatının son 20 yılını Zürih'te geçirdi ve 1994 yılında aynı kentte öldü. Elias Canetti, vasiyeti üzerine ünlü yazar James Joyce'unkinin yanına kazılan bir mezara gömülmüştür.

Körleşme

Elias Canetti'nin 26 yaşında kaleme alıp 30 yaşında yayımladığı başyapıtı. Kitap 1935’te çıktı ve kısa bir süre sonra Nazi yönetimi tarafından yasaklandı. Roman yayımlandıktan sonra birçok edebiyat otoritesinin ilgisini çekmiş ve İngiltere, Fransa ve Amerika'da yoğun ilgi görmüştür. Gariptir ki, Almanca kaleme alınmış bu eser Almanya'da uzun süre ilgi görmemiş, ancak 1963'deki üçüncü baskısıyla hak ettiği üne kavuşabilmiştir. Uygarlığın yıkılışıyla insanoğlunun aşağılanması, romanın konusunu oluşturur. Körleşme, “dehşet”in romanıdır. “Yüzyılı gırtlağından yakalamaya çalışan” bu eserde Canetti, ontolojik yabancılaşmayı ve seküler dünyanın mekanik dinamiklerini romanın kahramanı, döneminin en ünlü sinoloğu olan Prof. Kien ile serimlemeye çalışır. Kendini insanlardan tamamıyla soyutlamış, insanları değersiz ve küçük gören, Viyana’da 25 bin kitabı ile beraber yaşayan, “odası dünyası kadar büyük” olan Prof. Kien’in tek tutkusu kitapları ve bilimdir. Özellikle kadınlardan nefret etmesine karşın, nasıl oluyorsa, hayatına son derece sıradan, cahil, açgözlü ve bencil bir hizmetçi kadın girer; Therese... Profesör, bu kadından kurtulmaya çalışırken, sineklerden bile değersiz bulduğu, yaşama haklarını bile fazla gördüğü insanların oyuncağı olur ve yıkıma sürüklenir.

4 Nisan 2015 Cumartesi

Yeyüzü Tanrıçaları- Çetin Altan

Hadi biraz kadınlardan bahsedelim kitabı değildir. Baya dolu dolu anlatmış bunu da yıllara yaymış Çetin Altan. Hem siyaset, hem ülke açısından, hem de insanlık tarihi açısından kadınlara verilmesi gereken değeri anlatmış. Aynı zamanda kadınların neden güçlenmesinin istenmediğini. Tecavüzün nedenlerine değinmiş, şiddete değinmiş, çalışmasına değinmiş, tarihe değinmiş kısacası çok farklı konulardan aynı noktaya gelebilmiş. Genel olarak nedenler ve toplumsal olarak ne gibi sonuçlar doğurduğu üzerinde daha çok durulmuştur.


Kitaptan bazı bölümler: 
Acaba anneler çocuklarını bilerek, bilmeyerek mutlu olmaya mı yönlendiriyor, yoksa başarılı olmaya doğru mu?

Başarının tek ölçüsü de para değil, yalan söylemeye ihtiyaç duymayacak bir düzene erişmektir. Çünkü para, kişiyi yalan söylemekten kurtaramamışsa, ona en temel bir rahatlığı, yani özgürlüğü sağlayamamış demektir. Böyle temel bir özgürlükten yoksunluk ve yalana mahkum kalma başarı sayılabilir mi?

Siyaset dönme dolabın salıncakları, içindekileri bir süre yükselttikten sonra, yavaş yavaş indirmeye başlar... Hayır, ben hep tepede kalacağım diye tutturmanın anlamı var mıdır? 

Fakirlikte mirasçılık güdüsel gibidir. Servet çoğalmasının tek mekanizmasıdır miras. Böyle bir evrede aile kutsallığı aşınır da, cinsellik anlayışı yeni değerlendirmelere yönelirse, miras mekanizması da felce uğrar. Devletin verdiği güvencelerin, mirasın verdiği güvencelerin üstüne çıkmasıyla bu denklem bozulur ve cinsellik alanındaki baskılar azalmaya başlar. Tabi eskiden kalma koşullanmanın yumuşaması için, epey de zamana gerek vardır.

Bebekler doğunca bir süre kime benzedikleri aranıp tartışılacak. Sonra taze annelerden birçoğu, bebeklerini her anneden daha iyi yetiştime titizliğine kaptıracaklar kendilerini. En küçük bir öksürükte, bir kulak ağrısı ağlamasında, bir gaz sancısında ve bir ateş çıkmasında kuruntulara düşecek, telefonlara saldıracak, aynı telaşı göstermeyen ev büyükleriyle çatışmalara girişecekler. vs.vs.Yüzbinlerce yıldan beri milyarlarca bebeğin aynı şeyi yapmakta olduğunu hangi anne aklından geçirebilir ki?

Herhalde doğa da bunu bildiği için her dünyaya ilk gelenin kendisi olduğu inancını aşılıyor usulca. Söz aramızda dalga geçmenin bundan daha katmerlisi de doğrusu zor bulunur.

Ne var ki, tüm memeli canlılarda ortak olan üç gövdesel gereksinime, gerçek bir güvene kavuşmadıkça, beyinsel şehvetin radarları çalışmıyordu. O üç gövdesel gereksinme şuydu:
1- Uyku 
2- Karnını doyurma
3- Sevişme
Ayrıca 5 yaşına kadar beyinsel şehvet rüzgarlarının hiç esmediği bir ortamda yaşanmışsa, evdeki ilk koşullanmalarla biçimlenmeleri değiştirmek de o oranda zorlaşıyordu.

Yakınıp başkalarını suçlamayı annelerinden almışlardır, övünüp havalar atmayı da karşılıklı nisbet verme geleneğinden. (sevimli kenar mahalle kızları)

François Sagan:
- Erkeklerin kadınları akılsız bulmaları kadar saçma bir şey yoktur. Siz hangi kadının bir erkeğin bacaklarına takılarak peşinden gittiğini gördünüz?

Bir kızın hayatında mesele yuva kurması mıdır, yoksa mesut olması mıdır? Yuva kurmak saadetin temeli gibi geliyor bize ama, çeşitli sebeplerden mesut olmak için değil, evlenmek için evlenmek ağır bastığından, sonuç pek öyle olmuyor.

Öyleyse her okumuş kız, önce saadeti hayatın kendisinde aramalı ve hayatın kendisine mesut olacağına inandığı bir birleşme getirirse, o zaman evlenmelidir. Evlenmek için evlenmemeli, bütün bir ömrü körleştirip ziyan etmemelidir.

Hayat ne yüksük kadar bir aile çevresi, ne yüksük kadar bir çalışan çevresidir. İyi yetişmiş bir kız, bütün hayatı görebilecek bir seviyeye geldikten ve hayatın içinde bir hayli haşır neşir olduktan sonra ancak tam aradığını bulabilir. 

Bu korkunç, bu ilkel, bu vahşi doyumsuzluk, kadının sosyal bünyedeki yerini anlamamasından doğuyor. Kadın iktisaden bir hürriyete kavuşmadığı zaman, bütün hukuki hürriyetine rağmen toplum içinde esirdir. Kadınların esir olduğu bir toplumd aise cinsel ahenk kurulamaz. Bu doyumsuzluğun gösterisi önünde kadın ortaya çıkıp hayatını yaşayamaz. Kadın gönlünce bir hayat yaşayamayınca doyumsuzluk artar. Bir yandan erkekler her kadını ister, bir yandan da evlenirken dokunulmamış gül arar; ve bir yandan da kadın geçinmek için evlenmeye, evlenmek için de kendini muhafazaya mecbur kalırsa; gemiler de, trenler de, yollar da ırz mezbahasına döner.

"Kızlarını okutmayan milletler erkeklerini manevi öksüzlüğe mahkum ederler." Oysa biliyorsunuz, birçoğumuzun gizli kalmış ıstıraplarından biridir öksüzlük...


Biz özgürlükleri sadece yönetimlerin eleştirilmesi için istiyoruz, toplumsal dokumuzun hücrelerini büyüteçler altına koymak için değil, diyebilir miyiz?

Rönesanstan geçmemişlerin, geçmişleri anlama olanakları zayıftır. Birinciler ölümden sonrasının korkusuna takılıp kalmışlardır. Bu yüzden saplantılarını artımada iyice zorluk çekmekte, bu saplantıların üzerine gidenlere sinirlenmektedirler. İkinciler ise ölümü yenme peşine düşmüşlerdir. Durmadan, her türlü saplantıyı her an nadaslayan çaşütli bakış açılarının vantilatörlerini çalıştırmaktadırlar. İki ayrı dünya arasındaki ilk köprüyü kurmaya kalkışan devlet adamı yine Atatürk olmuştur. Suudi Arbistan2la İran, onca petrol gelirine karşın, Türkiye'nin vardığı düzeye bir türlü varamamışsa, bunun nedeni Türkiye rönesansına onların henüz gelememiş olmasıdır. 

Merkezi otorite ile ilgili soyut politika konularınakendimizi alabildiğine kaptırmış olmamız, birçok önemli toplumsal sorunla haşır neşir olmamızı adeta engelliyor.

Ve sopa kadınların yetiştirdiği çocuklar, bilinçaltına sinmiş bir kinin, ne zaman ortaya çıkacağı belli olmayan gaddarlığıyla katılığını taşırlar...

Mutluluğun da mutsuzluğun da temel mayası kişinin çocukluğunda karılır. Mutsuz kadınların yetiştirdiği mutsuz çocuklar ise, ne mutlu çevreler kurabilirler, ne de mutlu toplumlar...


Kendi kendimizi tanımaya özen gösterseydik, kendi kendimizi tanımayacak durumlara hiç düşer miydik bugün?

İstatistik bikini mayosuna benzer, derler; her şeyi açığa çıkarsa da, en merak edilen teri göstermez.

2 Nisan 2015 Perşembe

Muhteşem Gatsby

Haruki Murakami'nin Koşmasaydım Yazamazdım kitabında bahsettiği muhteşem roman. Ama bana kalırsa eskiden muhteşem şimdi ise herkesin içine biraz dahil olduğu olayları anlatan bir roman. 30 yaşında yazmış bu kitabı Fitzgerald ve geleceği öngörmüş eleştirmiş yazdıklarıyla ve çağa adını veren kişidir aynı zamanda. "Caz Çağı" 

Kısaca konusuna değinmek gerekirse fakir bir kişinin zengin bir hayata duyduğu özlem, hırs denilebilir. Bunu zengin kızı elde etmek için olan hayallerine evrimleştirmiş zamanla. Onunla evlenememesinin ardında onu rahat ettirecek, ona güvence verecek bir zenginliğinin olmaması. Daisy konuşurken ses tonu alçalıp yükselen, sesini bir süre sonra para sesi olarak adlandırdıkları çekiciliği olan bir kadın. Suni yollarla Oxford'ta bulunduğunu öğrenen bir Yahudi'nin fakir adamı alıp onu var etmesiyle zengin bir adam haline gelen Gatsby çalışıp didindikten sonra  yıllarca hayalini kurduğu Daisy'nin karşısına çıkar ve olaylar gelişir. Büyük bir kayıpla da son bulur. Tabi ki de en büyük kayıp hatta tek kayıp Gatsby'nin olur. Kendi hayallerinin esiri olmuştur, onu var eden hayalleridir. Bir adamı alıp baştan aşağıya gerçekçi olamayacak kadar kör yapan yine kendisidir. Bir ev alır, göz boyamak ister. Şaşalı partiler verir ama tek istediği Daisy'e kendisini ispatlamaktır. Artık onu alabilir istemeden evlenmek zorunda kaldığı - parası, bunun vereceği güvence ve rahatlık için - artık seni sevmiyorum hatta hiç sevmedim demesini beklemeye başlar. Ama Daisy bunu yapmaz. Kendisi de bunun sebebini anlayamaz. Tam hikayeyi anlatmak değil amacım, aslında bize ne kadar yakın olayları anlatır onu göstermek.

Gatsby yeşil bir ışığı görür, evinin tam karşısında yanıp yanıp sönen Daisy'e kavuşmanın umut ışığını. O ışığa gün be gün yaklaşmak ister, yaklaşır ama elde edemez. Çünkü onlar başka insanlardır. Onun aslında Doğu yakası çimlerinde gezen hali Batı yakasının bu yaşam tarzını anlamaz, buna kendisini kapatır. 

Olabildiğince gizem katılmaya çalışılmıştır. Merak uyandıran bir hayatı, yaşanlar aslında gerçekleri sonradan öğrenecektim gibi kalıplarla aktarılmıştır kitap boyunca.  Kitaptaki kadınlar genel olarak kötü lanse edilmiştir. Güvenilmez, aldatan ama sevilen kişilerdir.

Kitaptan çarpıcı cümleler :

Birini kınamaya kalkıştın mı unutma, yeryüzündeki herkes sendeki olanaklara erişmemiştir.

Efendilik, doğuşta eşit paylarla dağıtılmaz.

Şimdi yaşamıma bütün bunları yeniden katmak ve uzmanların en sınırlısı, çok yünlü insan olmak amacındaydım. Bu sözü bilgiçlik taslamak için söylemedim, gerçekten de, yaşama tek pencereden bakış daha başarılı oluyor.

Yaşamlarında, dünyalarında gizlice fısıldayıp söyleyecek pek az şey bulunabilen kimseler, onun hakkında fısıldaşıp masallar uyduruyorlardı. 

Yalancılık onda iyileşmez bir hastalık halindeydi. Kaybetmeyi göze alamadığından, yenilgiye katlanamadığından, güç duruma düştükçe, hileye başvurmaya herhalde küçükken alışmıştı, böylece bir yandan çevresine ve dünyaya sakin, soğukkanlı, biraz da küstah bir tebessümle bakıyor, bir yandan da katı, kibirli benliğinin isteklerini yerine getirebiliyordu.

Ama ben yavaş düşünen bir insanım, üstelik içim isteklerime gem vuran kurallarla doludur.

Herkes kendinde belli başlı erdemlerin varlığına inanır. Bana gelince, ender tanıdığım dürüst kişilerden biriyim.

West Egg'li Jay Gatsby, kendine dair kurduğu hayallerden doğmuştur.

Birden insanlar arasındaki en büyük ayrıcalığın ne zeka, ne de ırktan yana olduğunu, en büyük ayrılığın sağlıklı insanla hastalıklı insan arasında bulunduğunu anladım.

Resmi o kadar çok göstermişti ki, kanımca, artık resim evden daha gerçekti.

Gatsby yeşil ışığa inanmıştı, her yıl bizden biraz daha uzaklaşan o coşkun geleceğe bel bağlamıştı. Bu gelecek kaçıp gidiyor, bizden uzaklaşıyordu, ama ne çıkardı- yarın daha çok koşar, kollarımızı daha ileriye uzatırdık... Sonra güzelim bir sabah...

Ve böylece, bizler de akıntıya kürek çeker, durmamacasına geçmişe itiliriz.

Sanırım en çok geçmişten korkuyoruz, yaşadığımız pişmanlıkları barındırdığı için her ne kadar güzellikler de olsa. Ama geleceğe bel bağlayan, hayallerini geleceğin yeşil ışığıyla aydınlatan bizim daha da korkunç bir şeyin varlığını görmezden geldiğimiz aşikar. Gelecek de geçmişin bir parçası oluyor günden güne biz ne kadar uğraşırsak uğraşalım içine pişmanlıkları alıp da devam ediyoruz yola. Sonrası, zaten bilinen gerçek.


  Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
  Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
  Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
  Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.